Kapadokya’nın taş evlerle dolu sessiz köylerinden biri olan Ürgüp’te, yaz akşamları her zaman serin bir esintiyle başlardı. 2025’in sıcak bir Temmuz akşamında, dört arkadaş – Efe, Lara, Deniz ve Mina – köyün dışındaki eski bir bağ evinde toplanmıştı. Efe’nin dedesi, bu evi yıllar önce satın almış, ama kimse orada uzun süre kalmamıştı. Evin etrafında dolaşan “perili” söylentileri, çocukların ilgisini çekmişti. O akşam, arkadaşlar, dedenin eşyaları arasında buldukları eski bir not defteriyle maceranın kapısını aralayacaklarını bilmiyordu.
Gizemli Not Defteri
Not defteri, deri kaplı ve sararmış sayfalardan oluşuyordu. İçinde, Efe’nin dedesinin el yazısıyla yazılmış notlar ve bir kroki vardı. Kroki, bağ evinin altında bir tüneli işaret ediyordu. Notlarda, “Yeraltındaki şehir, sırrını korur. Sadece cesurlar gerçeği bulabilir,” yazıyordu. Deniz, gözleri parlayarak, “Bu bir hazine haritası olabilir!” dedi. Lara, daha temkinliydi. “Ya da bir tuzak. Dedeni tanırdın, Efe. O, böyle gizemli şeylere meraklı mıydı?” Efe, omuz silkti. “Bilmiyorum, ama bu evde bir şeyler saklı olduğu kesin.”
Mina, pratik düşünen biriydi. “Krokiyi takip edelim. En kötü ne olabilir ki?” dedi. Grup, el fenerleri, bir ip ve biraz yiyecek alarak evin bodrumuna indi. Kroki, bodrumdaki bir taş levhayı işaret ediyordu. Dört arkadaş, levhayı güçlükle kaldırdığında, altında karanlık bir tünel açığa çıktı. Hava, nemli ve küf kokuyordu. Efe, “Geri dönmek isteyen var mı?” diye sordu. Kimse ses çıkarmadı. Hepsi, meraklarının esiri olmuştu.
Tünelin Derinlikleri
Tünel, dar ve taş duvarlarla çevriliydi. Duvarlarda, soluk oymalar vardı: garip semboller, hayvan figürleri ve insan siluetleri. Lara, oymaları telefonuna kaydederken, “Bunlar, Hitit ya da daha eski bir medeniyete ait olabilir,” dedi. Tarih derslerinden hatırladığı kadarıyla, Kapadokya, binlerce yıl öncesine uzanan yeraltı şehirleriyle ünlüydü. Ama bu tünel, bilinen hiçbir şehirle bağlantılı görünmüyordu.
Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra, tünel geniş bir salona açıldı. Karşılarında, devasa bir yeraltı şehri uzanıyordu: taş evler, tapınak benzeri yapılar ve ortada bir su kuyusu. Şehir, terk edilmiş gibiydi, ama her şey inanılmaz derecede iyi korunmuştu. Mina, hayretle, “Burası… bir müze gibi,” dedi. Ancak sessizlik, rahatsız ediciydi. Sanki şehir, onları izliyordu.
Deniz, bir tapınağın girişinde duran bir taş tableti fark etti. Üzerinde, eski bir dilde yazılar vardı. Lara, yazıları çözmeye çalıştı. “Bu… bir uyarı. ‘Şehrin kalbine dokunursan, gölgeler uyanır,’ diyor.” Efe, alaycı bir şekilde, “Gölgeler mi? Bu bir korku hikayesi gibi,” dedi. Ama sözleri, salonda yankılanırken, bir hışırtı duydular. El fenerleri titredi ve bir an için söndü. Karanlıkta, bir gölge geçti.
Gölgelerin Uyanışı
Grup, panikle fenerleri yeniden yaktı. Kimse bir şey görmemişti, ama hepsi bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. Mina, “Belki de çıkmalıyız,” dedi, ama tünelin girişi, taş bir kapıyla kapanmıştı. Deniz, kapıyı itmeye çalıştı, ama yerinden kımıldamıyordu. “Tuzak!” diye bağırdı. Lara, sakin olmaya çalışarak, “Tablette başka ne yazıyor, bakalım,” dedi. Yazılar, şehrin merkezinde bir “kutsal taş”tan bahsediyordu. Taş, şehri koruyan bir ruhu barındırıyordu, ama ona dokunmak, “gölgeleri” uyandırırdı.
Efe, kararlı bir şekilde, “Taşı bulalım. Belki bu, kapıyı açmanın anahtarıdır,” dedi. Grup, şehri keşfetmeye başladı. Tapınakların içinde, antik eşyalar, seramikler ve garip heykeller vardı. Ama her adımda, fısıltılar duyuyorlardı: “Bizi rahatsız etme… Şehir bizim…” Mina, bir noktada çığlık attı. “Bir şey koluma dokundu!” dedi. Kolunda, soğuk bir yanık izi vardı, ama etrafta kimse yoktu.
Sonunda, şehrin merkezine ulaştılar. Orada, bir kaide üzerinde parlayan yeşil bir taş duruyordu. Taş, sanki kendi ışığını yayıyordu. Efe, taşa yaklaşırken, Lara onu durdurdu. “Uyarıyı hatırla! Buna dokunursak, ne olacağını bilmiyoruz.” Ama Deniz, sabırsızca, “Başka çaremiz yok! Kapı kapalı, buradan çıkmalıyız!” dedi ve taşa dokundu.
O anda, şehir titremeye başladı. Duvarlardan toz yağdı, ve gölgeler – insan olmayan, biçimsiz siluetler – ortaya çıktı. Fısıltılar, çığlıklara dönüştü. Efe, “Koşun!” diye bağırdı. Grup, tünele doğru kaçmaya başladı, ama gölgeler peşlerindeydi. Mina, elindeki ipi bir sütuna bağlayarak, “Bizi takip etmesinler!” dedi. İpi gerdiler ve gölgeler, ipin üzerinden geçemedi.
Şehrin Sırrı
Tünele ulaştıklarında, taş kapı açılmıştı. Grup, can havliyle dışarı çıktı ve taş levhayı tekrar kapattı. Bağ evine geri döndüklerinde, şafak sökmek üzereydi. Hepsi nefes nefeseydi. Deniz, titreyerek, “O taş… Lanetliydi,” dedi. Lara, telefonundaki oyma fotoğraflarını inceledi. “Sanırım o şehir, bir tür tapınma yeriydi. Taş, belki bir enerji kaynağı ya da kutsal bir obje. Ama onu rahatsız etmek, ruhları uyandırdı.”
Efe, not defterini eline aldı ve dedesinin son cümlesini okudu: “Şehir, sırrını korumak için her şeyi yapar.” “Deden biliyordu,” dedi Mina. “Ama bizi uyarmadı.” Efe, başını eğdi. “Belki de bu, bizim dersimizdi. Her sırrı açığa çıkarmak zorunda değiliz.”
Grup, o geceyi kimseye anlatmamaya karar verdi. Not defterini yaktılar ve bağ evini bir daha ziyaret etmediler. Ama bazen, rüyalarında, yeşil taşın ışığını ve gölgelerin fısıltılarını duyuyorlardı. Kapadokya’nın taşları, sırlarını saklamaya devam ediyordu, bir sonraki cesur kaşifi bekleyerek.